Korkunç.
Ben çok enteresan bir başyapıt okudum. Dur anlatayım.
Diyor ki önsözde Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden ünlü edebiyat uzmanı Prof. J. Isaacs, 1950 yılında verdiği bir konferansta Elias Canetti'nin Körleşme romanı üzerine: "... Yüzyılımızın en büyük romanlarından olan Körleşme'nin çekiciliği, ilk okuyuşta ancak Karamazof Kardeşler'le ya da James Joyce'un Ulysses'iyle karşılaştırılabilir."
Karamazov Kardeşler'le ben lise öğrenimim sırasında tanışmıştım. Romanın ana karakterleri Ivan ve Alyoşa arasındaki diyaloglar beni oldukça sorgulamaya iten diyaloglardı. Daha sonrasında da 2021'de daha önce okumuş olduklarım da dahil yeniden Dostoyevski okumaları yapmış Karamazov Kardeşler de dahil olmak üzere tüm eselerini okumuştum. Profesörün tam olarak neden bahsettiğini iliklerime kadar anlayabiliyorum.
Ulysses'i ise henüz okuma cesaretim yüklenmedi onun da zor bir eser olduğunu okumuştum. Umarım sıra ona da gelir.
Körleşme bana resmen acı verdi. Okunması idrak etmesi zor bir roman. Hatta yer yer mevzunun uzadığını hissediyorsunuz. İnsanı yoruyor açıkçası. Keyifli mi bu yoruluş? İnanın belki de en göreceli roman olabilir bu konuda. Yok oluş romanı dedim adına.
Bir biliminsanın çevresindeki türlü tuhaf absürtlüklerle yok oluşu. Nasıl mümkün diyorsunuz okurken. Bunca insan, bu durum ve haller, bu yaşanılanlar, gelsin birileri sarssın ve kendine gelsin Prof. Peter Kien diyorsunuz. Kendisi bir sinolog. Kitaplara düşkün çok kültürlü bir biliminsanı. Kendisini hapsettiği fildişi kulesinde aynı kitabın ilk bölümünün adı gibi "dünyasız bir kafa" o. Kafasında çünkü kendi yarattığı kocaman bir dünya var dış dünyayla bağlantısız; bilgili, devasa bir kütüphaneye sahip, kültürlü fakat "kafasız da bir dünya." Kafasında Dünya'ya dair hiçbir şey yok. Kendini her şeyden, herkesten uzaklaştırmış, durumlara nasıl ve ne tepki vereceğini asla bilmeyen, hatta yer yer fazla sinir bozucu bir insan haline dönüşmüş ve bu dıştaladığı dünyanın artığına dönüşmek üzere.
20. yüzyılın geneline baktığımızda aslında Prof. Peter Kien gibi insanlarla çok karşılaşırız romanlarda, çünkü insanlar ve onların sorunlarıyla ilgilenmek yerine onları uzaktan izleyen aydın kesimiyle doludur bu dönem. Körleşme de 1935'de yazıldığı için aslında döneminin getirisidir bu kurgu.
Romana geçmeden önce, önsözde şöyle bir cümle kuruyor E. Cannetti: "Körleşme'nin 'Ölüm' başlığını taşıyan sekizinci bölümünü bitirdikten hemen sonra Kafka'nın 'Dönüşüm'ü' elime geçti. O sıralarda benim için bundan daha mutlu bir olay düşünülemezdi... Özlemini çektiğim arı ve soğukkanlı anlatımın en yetkin örneğini bulmuştum. O zamana kadar kendi başıma bulmaya çalıştığım bir şey, bu kitaptan daha önce gerçekleştirilmişti."
Ölüm bölümü, kitabın 130. sayfasından itibaren başlıyor. Ana karakterin ölündüğünün sanılmasından sonra, karısıyla aralarında geçen sürtüşmeler, miras davası ve kavgaları yani romanı roman yapan tüm absürtlüklerin alegorisi.
Bu durumu E.Canetti'nin F.Kafka'dan etkilendiğinin göstergesi olarak kabul edebiliriz, zira bu romanın geri kalan kısmında da epey hissediliyor. Hatta bu anekdotu verme sebebim tuhaf bir denk gelişle Kafka'nın Şato isimli romanını okuduktan sonra Canetti'nin Körleşme'sini okumuş olmam. Hatta sonra da Kafka'nın diğer eselerini de Körleşme ile paralel okumuş oldum.(evet kafamız kalmamıştır.) Bu benim için de E. Canetti gibi Körleşme'yi F. Kafka'yla birleştirmek oldu. Boğulabilirdim grotesk ve kafkaesk arasında. Sağ çıktım, buna sağ çıkmak denilirse tabii.
Körleşme grotesk uslupla yazılmış bir roman. Yani karamizah. Romanı okurken çileden çıkıyor olmanızın hayır 565 sayfa olmasıyla ve puntosunun çok sıkışık olmasıyla alakası yok; okuduklarınızı anlamlandıramamanızla, karakterlerin neyin içerisinde olduğunun ayrımına varamamanızla ve karakterlerin neden bu kadar var olduğu hatta neden sürekli daha çok büyüdükleri üzerine; neyi anlatmaya çalıştıkları gibi sorular soruyor olmanızla alakası var.
Körleşme'yi okuyup hayran kalan Oğuz Atay istiyor dilimize aslından çevrilmesini. Çünkü Tutunamayanlar yeterince canımıza ot tıkamıyordu. Ama düşünsenize bu eseri okumuş ve çevrilmesini istemiş. "Bu romanın aslı Almanca. Ben İngilizce çevirisini bir solukta okudum. Şimdi sen en kısa zamanda romanın Almancasını getiriyorsun ve yine en kısa zamanda çeviriyorsun. Müthiş bir yazar, romanı da öyle!" diyor romanın çevirmeni Ahmet Cemal'e.
Fakat Oğuz Atay yer yer katkı sağladığı bu çeviriyi 1977'de öldüğü için tamamen okuyamıyor. Bizlere kazandırdığına bakar mısınız.
•
Körleşme üç bölümden oluşuyor.
1.) Dünyasız bir Kafa
2.) Kafasız Bir Dünya
3.) Kafadaki Dünya
Bu bölümlerin başlıklarını romanın gidişhatına baktığımızda çok yerinde buldum.
•İlk bölümde çünkü kısaca değinecek olursak, Profesör Kien'in kendini dünyadan soyutlamış bir halde ailesinden kalan mirasla evinde yaptığı kütüphaneyle yaşamasını, dış dünyayla herhangi bir bağının olmamasını başlıkla ilişkilendirdiğimizde dünyasız kafasını görürürüz. Cidden böyle yaşıyor. Bunu gerçek hayata dair yorumlarda fildişi kulelerinde kimseyle muhatap olmayan akademisyenlere atıf şeklinde yorumlayanlar mevcut, mümkün. Ama romanın 1935'te yazıldığını göz önünde bulundururarak belki günümüzde değişen bir şeyler vardır diye düşünüyorum ben. Çok mümkün olmuyor fildişikule hele de kitle iletişim araçları bu kadar yaygınken, Prof. Kien gibi ne yapacağını bu kadar bilmez, dış dünyayla bu kadar bağlantısız kalmak. Ama roman 21. yüzyılda da hâlâ yankı bulduğuna göre mümkün gibi.
Peter Kien'in durumu aslında, romanın 506. sayfasında kendisi gibi profesör olan kardeşi Georges Kien'in, kendisinden yardım istenildiğine dair aldığı telgraf doğrultusunda çıktığı yolculukta, görme engelli bir insana rastladığında düşündüğü gibiydi:
"Şimdi Peter'in de görünüşü, bu kör adam gibi olmalıydı; kaskatı ve acı dolu. Neydi acaba Peter'in dingin ruhunun sarsılmasına yol açan? Yalnız ve dertsiz bir yaşam sürmekteydi, insanlarla ilişki kurmazdı. Duyarlı kişilerin dünyanın hali karşısında zaman zaman içine düştükleri bunalımlar, onun açısından söz konusu olmazdı; Peter'in dünyası, kitaplığından ibaretti. Belleği olağanüstüydü. Beyni onunki kadar güçlü olmayanlar, aşırı okumak yüzünden yıkıma uğrayabilirlerdi; Peter'in ise okuduğu ve belleğine yerleştirdiği her hece, bir sonraki karşısında bağımsızlığını korurdu. Kişiliğiyle, oyuncu kavramının tam karşıtını simgelemekteydi; yalnızca o, yalnızca kendisi vardı. Başkaları karşısında bölünecek yerde, dış görünüşleriyle algıladığı başkalarını değerlendirmek için ölçüt olarak kendisini kullanırdı; kendi kendisini de salt dışardan ve kafasının aracılığıyla tanımaktaydı. Bundan ötürü, yalnız bir insanın yıllar boyu Doğu uygarlıkları ile uğraşmasının zorunlu olarak beraberinde getireceği çok büyük tehlikelerden kaçınabilmişti. Peter, Lao Tse'ye ve tüm Hintlilere karşı güvenlik altındaydı. Katı ve gerçekçi tutumu yüzünden, ahlak felsefesiyle uğraşan filozoflara eğilimi vardı. Kendi Konfüçyüs'ünü nerede olsa bulurdu. Onun gibi, neredeyse cinsellikten yoksun bir canlıyı bunalıma götüren ne olabilirdi?"
•İkinci bölümdeyse onu bu bunalıma neyin götürdüğünü görürüz. Tüm bu seyreden olaylarla ilintili olarak Dünya ile muhatap olmak zorunda kalan Prof Kien'in başına gelen olaylara karşı tepkileri ve yaşadıkları konu edilir. Evinde hizmetçilik yapan Therese ile evlenmesi, kadının daha sonrasında takındığı tavır, sürtüşmeleri akabinde P. Kien'in dış dünyada karşılaştığı, türlü tuhaf dalavereler, yalancılıklar, dolandırıcılıklar, görmezden geldiği tüm her şeyin elinde oyuncak oluşu, bu çıkar ilişkileri, bu katakulliler, bu içten pazarlıklık; kısacası bildiğimiz bu hesaplı dünya ve P. Kien'in yıkılan fildişi kulesi. Öyle savunmasızdır ki artık karakter, daha hırçın, daha suçlayıcı, daha ne yapacağını bilemez ve kendini kontrol edemez hale gelir.
Siz de onulmaz bir iç sıkıntısıyla debelenirken üçüncü bölüme varırsınız.
•Üçüncü bölümde ise Prof Peter Kien'in kardeşi Georges Kien'in aklı başında oluşuna ve olayları gözlemleyip çözüşüne tanık oluyorsunuz.
Fakat romanı bir çırpıda, büyük bir zevkle okuyabileceğiniz konusunda şüphelerim var. Kocaman bir dil romanı bu. Enfes cümlelere tanık oluyorsunuz. Yok öyle aforizma cinsinden değil, büyük cümleler. Hayran kalıyorsunuz yazarın kelime bilgisine, cümle kuruşuna. Karakterleri öyle uzun anlatıyor ki uzunca bir süre kafanızı meşgul ediyor karakterler. Gözünüzün önünde canlanıyor herkes. Belki bu kadar uzun olmayabilirdi roman evet, çok ayrıntı mevcut fakat hepsinin tek tek işlenmesi aslında kimsenin yüzeysel olmadığına işaret bence. Nasıl Kien görmezden geliyorsa ve asla çıkamıyorsa bu karakterlerle ilişkiden biz de çıkamıyoruz. Belki bizi de rahatsız etmek istiyor yazar, yalnızlaştığımız bu dünyasız kafamızda.
Herhangi bir neden sonuç ilişkisi gözetmeden yoğunlaşıp, salt kurulan cümlelerden haz almak için bile okunabilir bu roman. Okunmalı. Cidden okunmalı.
Son:
"Tarihin çok daha derinlerde yatan ve çok daha özgün nitelikteki itici gücünden, başka deyişle insanların daha yüksek bir hayvan türü olan kitle ile birleşmek ve bu kitle içerisinde kendilerini, sanki tek bir insan bile hiç yaşamamışcasına yitirmek içgüdülerinden haberleri yoktu. Çünkü okumuş kişilerdi; okumuşluk ise, bireyin kendi içindeki kitleye karşı kullandığı bir güvenlik kuşağıydı.
Adına yaşama kavgası denen kavgayı, karnımızı doyurmak ve sevebilmek uğruna olduğu kadar, içimizdeki kitleyi öldürmek uğruna da veririz. Kimi koşullar altında bu kitle, bireyi bencillikten tümüyle uzak, dahası kendi yararlarına aykırı davranışlara dek götürebilir. "İnsanlık", bir kavram olarak bulunmazdan ve sulandırılmazdan çok önce, kitle olarak vardı. Bu kitle vahşi, coşkun, kocaman ve sımsıcak bir hayvan gibi hepimizin içinde, anasal etkilerin uzanabildiğinden çok, çok daha derinlerde bir anafor gibi kaynar. Kitle, yaşına karşın, dünyanın en genç hayvanı, en öz yaratığı, ereği ve geleceğidir. Onun üzerine hiçbir bilgimiz yok; hâlâ birer birey olduğumuz varsayımıyla yaşamaktayız. Kimi zaman kitle, gök gürültülerinden örülü bir fırtına, içinde her damlanın yaşadığı ve aynı şeyi istediği coşkun bir okyanus gibi saldırır üzerimize. Bu saldırının hemen ardından parçalanıp gitme alışkanlığını henüz koruduğu için, fırtına geçince yine biz olarak, zavallı ve bırakılmış şeytancıklar olarak kalırız. Bir zamanlar bu denli çok, bu denli büyük ve bu denli bütün olduğumuzu anılarımıza sığdıramayız bir türlü. İş bu noktaya vardığında, aklın boyunduruğunda yaşayanlar, sorunu "hastalık" sözcüğüyle açıklar, alçakgönüllülüğün bayraktarlığını yapmak isteyen ise, yanılgısının gerçeğe ne denli yaklaştığının bilincine varmaksızın, havayı "insanın içindeki hayvan" diyerek yumuşatır. Kitle ise bu arada yeni bir saldırı için hazırlanır. Bir gün gelecek, kitle artık parçalanmaz olacak; belki önce bir ülkede başlayacak bu gelişme, sonra orayı çıkış noktası yapıp çevresinde ne varsa yutarak ilerleyecek; ta ki artık Ben, Sen, O kavramları değil yalnızca kitle varolacağından, kitlenin varlığına ilişkin tüm kuşkular ortadan kalkana dek.
Sayısız insan, içindeki kitle çok güçlü olduğundan ve doyuma erişemediğinden delirmekteydi." (syf:500)
Yorumlar
Yorum Gönder