.
Lars von Trier'le bile yakın zamanda tanışmış biri için çok iddialı Joachim Trier başlığı atıp onun sinemasından bahsetmeye çalışmak. Hele bir de İskandinav sinemasının varoluşsal kaygılarını çok yeni keşfetmiş, eh niye bu kadar geç kalmış, yönetmenlerle falan da işi olmayıp, sanatın sinema kısmınıysa sadece iyi film kovalamakla sınırlandırmış biriyseniz.
N'apalım, her şey birbiriyle çok ilintili. Hele de bazı filmler iyi bir roman okumaktan beterse kayıtsız kalamıyorsunuz.
Ama niye geç?
Herkes pandemide türlü tuhaf hobiler edinerek işlerine iş, aşlarına aş katıp üstüne bir de izlenmedik film, okunmadık roman, araştırılmadık öğreti bırakmayıp her şeylerin diplerine vururlarken, biz de ne yapalım pandemiden sonra Mubi'ye üye olduk. Daha yaşayacağımız varmış.
Bilmeyenleriniz için Mubi'den bahsedecek olursam biraz malumunuz film izlemek için var edilmiş bir site. Hatta siteyi oluşturanlar "Her güne bir film öneren arkadaşınız biz" sloganıyla fikrin hikâyesine giriş yapıyor. Application'ını da var kendisinin. İçerisi biraz sinefil dalgalı bir ortam.
Mubi'yi aslında biraz farklı yapan ve bana sevdiren bünyesinde sadece dünya sinemasından seçkiler, çoğunlukla festival ve gişe derdi olmayan sanat filmleri, deneysel işler barındırması değil, diğer platformlardan algoritmasal olarak da ayrılması.
Açayım.
Film konusunda çünkü herkes gibi benim de yaptığım iki şey var, ya hemen araştırıp bulup izlemek ya da daha sonra izlemek için bulup film arşivi oluşturabileceğim bir applicationla onu listeme kaydetmek. Yine böyle filmler ararken son bir kaç yıldır izlemek istediğim her filmin Mubi'de gösterime girmiş ve sonra defolup gitmiş olduğunu fark ettim.
Ve anladım ki Mubi filmleri bünyesinde (veritabanında) sürekli barındırmıyor ama "buraya uğradı bu film, bir gün belki yine gelir, listene ekle ve bekle." diye umut aşılıyor. Mubi kapitalizmi çözmüş. Ya bir gün gelirse diye o film Mubi'yle bağ kurdum. Üstelik, 'gösterimde olmayıp' da 'listeme eklediklerim' yüklenirse "acı mı çekesin var, daraltın daha da daralsın mı istiyorsun hadi bak listene eklediğin drama şu an gösterimde" diye zınk bildirim gönderiyor, tıkla ve yeniden öl. Şükela bir site.(app)
Artık durum şuydu ki anlacağınız üzere, ben bırakmışım da iyi film kovalamayı, yazarlar ve şairler peşinde sürüklendiğim yetmiyormuş gibi yönetmen şecereleriyle de ilgilenip iyi dramalar peşinde koşar, altından kalkamayacağım metaforları anlamaya çalışır, kendimde yönetmenlerin varoluş kaygılarından parçalar bulmayı meşgale edinir, karakterle geberip onlarla hayatı sorgulamak falan da ister olmuşum.(hayatım hep böyle şeyler istemek neden) Mubi'de tamam biz bu kısmıyız hayatının diyor. Hayatın Hollywood ekseninden İskandinav meridyenine nasıl geçtim bu tam olarak hayatın kaçıncı baharında meydana geldi bilemiyorum ama Mubi'de böyle düşünüyor olacak ki biz gün yüzü görmezlerin uğrak yeri olma unvanını epey koruyacağa benziyor.
Tüm bu yazıya başlarken asla bu kadar uzayacağını düşünmediğim hayatımın Mubi'yle kesişme kısmını artık sonlandıracak olursam -ki nihayet-
Geleyim esas mevzuya.
Geçenlerde Mubi'de Joachim Trier’in Oslo, August 31 st (2011) filmini gördüm. İskandinav sinemasını keşfe henüz yeni yeni yelken açmış olsam da Joachim Trier izlemek istediğim bir yönetmendi, fırsattan istifade tam izlemeye karar vermiştim ki üçlemenin ikinci filmi olduğunu öğrendim.
Üçleme:
•Tekrar (Repsise) (2006)
•Oslo, 31 Ağustos (Oslo, August 31 st) (2011)
•Dünyanın En Kötü İnsanı (The Worst Person in the World) (2021)
O yüzden Reprise'le başladım mevzuya.
Birbirinin devamı niteliğinde olmayan birbirinden bağımsız bu üçlemeyi birbirine bağlayan ve üçleme olarak adlandıran şey, hikâyelerin bağlantısı değil yönetmenin merkeze Oslo'yu yerleştirmesi. İzlerken Norveç,Oslo semalarına doyuyorsunuz. Yürüyor, koşuyor, geziyor şehri karakterler. Pinikler yapıyor, partilere katılıyor; karşıdan karşıya geçiyor, parkta bahçede kafelerde oturuyor, gün batımına gün doğumuna şahit oluyor adeta süzülüyorlar oradan oraya. Gezinen de bir sinematografi. Mis. Oslo'yu izleyen. Ben enfes keyif aldım bu bakış açısından.
Şahsen de açıkçası bunu bilerek yaptığını düşündüm yönetmenin. Filmler görsel olarak ne kadar etkileyicisiyse de bir o kadar pesimist çünkü.
Filmlerin başrolünde hep Anders Danielsen Lie'nin (Phillip, Anders, Aksel), olması sizi yanıltmasın hiç, filmlerde karakterler aynı değil.Hatta üçüncü filmde başrol Julie. )
Fakat biraz tuhaf olacak, başka kimseye öyle geldi mi bilmiyorum, Oslo, August 31 st (2011) filmindeki Anders'in yaşadıkları sanki Reprise'deki (2006) Phillip'in devam sancısı gibi olmuş, hatta Phillip'in yaşama koyulmuş, ucundan tutunmuş da çizgi roman yazmış hali de sanki The Worst Person in the World'deki Aksel.
Bu yüzden ben tüm filmler arası bağ kurdum. En azından aktör üzerinden bu bağı kurmak geldi içimden. Sonu öyle olmasaydı keşke bu bağ kurduğum tek ortak karakterin.
Sıralı izlemeye karar vermiş olmam da iyi oldu. İlk iki film Mubi'de gösterimdeydi fakat üçüncü filmi BluTV'de izledim.
••••••
Reprise (Tekrar) (2006), Norveçli yönetmen Joachim Trier’in ilk uzun metrajlı filmiymiş. Ve bu film İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale kazanmış.
Benim bu ödülden haberim yoktu bu yazıya başlarken ve filmi izlerken. Yönetmenin ilk filmi olduğunu falan da bilmiyordum. (İlk filme göre çok iyi, hiç de düşünmedim açıkçası.)
Lars von Trier'in Joachim Trier'in amcası olduğunu falan asla hshs (Tamam belki Trier'ler aşireti mi var acaba Norveç'te diye düşündüm bir kaç salise o kadar.) Üstelik bir de İskandinav sinemasının önde gelen yönetmeni olduğunu falan hiç. (Ne çok şey bilmeyerek film izliyorum, -hiç asla sinefil- neyse ön yargıyı önlüyor bazen iyi fjf)
İş bu sebepler yüzden rahatlıkla söyleyebilirim ki tüm bu sinefilsizliğime rağmen hayatımdan iyi ki Joachim Trier geçti.
•
Reprise'in (2006) müthiş bir genç hikâyesi.
Hatta bence filmi özel kılan bu hikâyeyi yönetmenin anlatma biçimi ve üslubu.
ilk sahnesi sinematografi açısından beni çok iyi hissettirdi. Hatta İyi ki öyle başladı. Yönetmenin (aynı zamanda filmin senaristlerinden biri kendisi) hikâyeyi alıp kurguyla karıştırması -ki bunu üç filmde de yapmış- bence çok yoğun ve her bakımdan varoluşsal açıdan yorucu olsa da filmler, anlatıcının zamandan ve koşullardan bağımsız bir şekilde hikâyeyi üçüncü gözle anlatması tüm bu yoruculuğu histerik yoğunluğuna rağmen akıcı ve coşkulu ilerletmiş oldu.
Film iki arkadaşın yazdıkları romanları yayınevine ulaşması için posta kutusuna atmalarıyla başlıyor. Bu sahne işte beni adeta filme monte etti. Bu arkadaşlar Phillip ve Erik.
Umutlu, heyecanlı ve kendileri gibi genç yaşta edebiyat dünyasına atıldığı için Sten Egil Dahl’e hayranlar. Hatta ikisi birlikte kütüphanede keşfediyorlar S.E. Dahl'ı. Erik ve Phillip'in hikayesi ucundan kıyısından bir şeyler üretmeye çalışan herkesi etkiler diye düşünüyorum.
Yönetmen oldukça genç yaşta olan bu iki arkadaşın, birbirlerine destek olarak sürdürdükleri yazar olma hayallerini, aile, aşk ve dostlarıyla olan bağlarını da merkeze alarak işlemiş. Film boyunca da yol alınan bu eksen, birbiriyle sürekli iletişen bu bağlar üzerinden devam etmiş. Yer yer o tıkanmaların, üretememe dönemlerinin buhranları da yansıyor bize.
Öyle ki Philip'in kitap yazma hayalleri savaşmak zorunda kaldığı psikoz yüzünden sekteye uğrarken, Erik'inse biraz daha yolu olduğunu görürüz. Hatta bu uğurda şartların imkan verdiği ölçüde nelerden vazgeçilebileceğini ya da nelerin tekrarlanmasının ilham kaynağı olabileceğini görmememiz istenir. Fakat hayatın tek seferlik bilet oluşunu hatırlarız her seferinde. Sonrasında roller değişecek midir, yol kim için nereye dönecektir bilmeyiz, hayat da böyledir. Neyin ne zaman olacağını kestiremiyoruz.
Hatta belki de aynı heyecanları tekrar yaşama umuduyla çoğu şeyi başa sarıyoruzdur Phillip gibi? Tekrar yaşayınca aynı anı, aynı heyecanı yine yeniden hissedeceğimizi sanıyoruzdur belki? Ve bu heyecanın bize yeni cesaretler, ilhamlar vereceğine inanıyoruzdur içten içe. Hâlbuki bu heyecanların varlığı değil bizi motive eden, gerçekleştikleri an, zaman, zamanda bıraktığı iz. O an olduğumuz kişi üzerinde etkili onlar. An ne kadar önemli oluyor böylece. Çünkü başka zaman başka kişiyiz artık. Zaman ve tecrübeler bizi başkalaştırdı.
Ya da tatmin olmalı yeni andan. Olunmuyorsa belki de bazen her vazgeçiş yeni toparlanıştır Erik'in yaptığı gibi.
Bunlar çok deneysel şeyler. Hayat yorucu. Var olmak için fazla kalabalık ve çok uğraşım talep ediyor.
Reprise'i (2006) aslında edebiyatla ilgilenen ve bu tarz buhranlardan geçen herkes sevecektir.
Fakat filmde de olduğu gibi hayat Norveç'te bile olsa tuhaf. Çevre, zaman, aile, arkadaşlıklar, koşullar o diğer herkes ve her şey fazlasıyla etkili.
••••••••
The Worst Person in the World (2021) içinde aynı şeyi söyleyebilirim. Zaten başrol kadın oyuncusu Renate Reinsve (Julie) Cannes Film Festivali'inde en iyi kadın oyuncu ödülü almış. Ne istediğini tam olarak bilemeyen bir kadının öyküsünü izliyoruz. Ne aradığını bile bilemeyen bir kadının edilgen hayatı.
"Kendi hayatımda bir seyirci gibi hissediyorum. Kendi hayatımda yardımcı oyuncuyu oynuyormuşum gibi" diyor Aksel'e bir sahnede Julie. Bu cümle sanki bu Oslo serisinin özeti gibi.
Öyle güzel anlatıldı ki Julie'nın hikâyesi kayıtsız kalmadım. Hep arayış içinde olmak nedir bunu ben de biliyorum. Belki sevmiyor insanlar Julie gibi karakterleri ama ben bir kadın olarak onun olmaya çalışışını anlatışını yönetmenin çok iyi buldum.
• Fakat yabancılaşmayı merkeze alan Oslo, August 31 st (2011) açıkçası beni yordu. Bilemiyorum belki de Anders'in kayboluşu, yabancılaşması yordu. Diğer iki filme göre görece daha zor izleniyor.
Ama yine de her bir film kendi içinde bir sancıya odaklanıyor.
Kuzeyin mesafeli ve belki çoğu insan için donuk yapısı sizin de hoşunuza gidiyorsa Nordic sinemasına şans verebilir, bu serileri Joachim Trier'i tanımak için izleyebilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder