Ana içeriğe atla

Rhythm 0 & Dogville


Dogville'i izlediğimden beri kafamda cereyan eden görüntü "Rhythm 0"
Rhythm 0, Marina Abramoviç'in 1974'de sergilediği performans sanatı.
-Marina Abramoviç?

Abramoviç bence çok ilginç bir sanatçı.


Kendisini tanıdığımdan beri kafamda onunla ilgili gezinen düşünceler hep oraya buraya çarpıp zihinimi darmadağın eden düşünceler.
1946'da Belgrad'ta doğan Sırp asıllı sanatçı Abramoviç, literatürde performans sanatçısı olarak anılıyor. Çağdaş sanatın öncülerinden biri olan Abramoviç'in, kendisinin de tanımıyla "acı verici duyguları ... çok acıttığı için bir kutuya koyduğumuz her türlü çocukluk deneyimini" bedenini ve zihin gücünü de katarak izleyicilerin de dahil olduğu çeşitli provokatif performanslarla birleştirip sergilediği işleri oldu yıllar içinde.
Bir röportajından aldığım bu sözleri onu daha da ilginç yapıyor benim için. Çünkü insanı çocuk prototipi üzerinden okumayı ben de seviyorum.  Çocukluğun o uçsuz bucaksız keşfetme güdüsü elbette çocukluğun yine türlü travmatik yolculuğunun da sebebi/sonucu. Ya da diğer pencereden bakarsak travmaları da keşiflerinin sebebi/sonucu. 
Sebeple sonucun aynı paydadan türediği bu enteresan doğumda, bir çocuğun acılarıyla dolu gizli kutusu, elbette ki dünyaya sanat getirecekti. Abramoviç belki de kendisinin de söylediği gibi kutusunu açmayı bu şekilde seçti.

Evet elbette sanatçının seçim yöntemi herkeslerce kırk yılı aşkındır hâlâ sorgulanıyor.
Hatta şu an (2023) Kraliyet Akademisi'ndeki sergisine giriş yapmak isteyenlerin iki tane çıplak model arasından geçmesi gerekiyor. (ayrı bir kapı var tabii yapmak istemeyenler için.) 


Kraliyet Sanat Akademisi sergi başkanı Andrea Tarsia, iki çıplak modelin arasına girmenin ziyaretçileri "çıplaklık, cinsiyet, cinsellik ve arzu arasında bir yüzleşmeye zorladığını" söyledi.

Hep böyle rahatsız etmesini ve işlerini bu düsturda gerçekleştirmesini işte Lars von Trier'de de gördüm ben. Belki de bu rahatsızlık üzerinden bağ kuruyorum. Rahatsızlık benim de zihin mimim.

Geleyim "Rhythm 0'a."

"Sıfırın Ritmi" sanatçının ilk performanslarından biri.

"Rhythm 0", Napoli'de Marina Abramoviç'in kendisini nesne olarak sunduğu ve izleyicilerin katılımıyla gerçekleşmesi istenilen bir performans.  Bu performansa Abramoviç sahnede öylece durarak başlar. Kulağa biraz tuhaf geldiğinin farkındayım. Hele de zihnini ve bedenini dahil etmesi performansa e hayli ilginç. Kırk yıldır hâlâ ilginç. 


Sanatçının öylece durarak başladığı "Rhythm 0", izleyicilerden aralarında tüy, bıçak, gül, bal, kırbaç, makas, tek kurşunlu doldurulmuş tabanca, neşter, zeytinyağı gibi nesnelerin de yer aldığı yetmiş iki adet nesneden herhangi birini kullanarak sanatçıya altı saat boyunca bir şeyler yapmaları beklenerek devam etti.

Bu performansı Abramoviç bir insanın ne kadar savunmasız ve saldırgan olabileceğini ölçmek için sergilediğini söylüyor. (🥺) 

Savunmasız ve saldırgan. 

Bu performansı kavramaya çalıştığımdan beri bunu düşünürüm hep. İnsan nasıl bir mahluk? Nasıl hem savunmasız hem saldırgan olabilir. Nasıl hem iyi hem kötüdür? Öyle mi sahi. Eline fırsat geçse herkes çiğ mi süt emmiştir? Herhangi bir durum ya da olay karşısında savunma gerçekleştirilmediği takdirde aslında yaşanabilecek her türlü tehlikeye göz mü yummuş oluruz? 

Hayatta da böyle bu, en iyi saldırı savunmadır derler. Hayata zannediyorum gardı yukarıda başlayanlar için biraz daha yolunda gidiyor gibi her şey. Savunmasız, plansız, hatta hümanist yaklaşımsa çoğu zaman Dogville'deki Grace'in pozisyonuna düşürüyor diğerlerini.

Fakat Abromoviç'in bu performansla gösterdiği gibi öylece durmayı seçtiğimizde ve bu duruş bir plan dahilinde değilse gelebilecek tehlikelere karşı takındığımız bu polyannacılık, tepkisizlik, susmak gardın hiç kalkmamasını bırakın olmayanının bile düşmesine sebep olup, diğer herkese yapılan o diğer tüm haksızlıklara da boyun eğmekle eş değer bir eylemsizlik haline dönüşür. Her zaman bireyi merkeze alan savunmayı yanlış bulmuşumdur fakat bu insanın kendisiyle başlayıp, savunmayı tümden ihmal etmesine dönüşüyorsa ortada bir sorun vardır ve diğerleri tarafından gasp edilecek haklar birikir. Onlar da keyifle bunun tadını çıkarır.

Bu performans işte bu sebeple amacına da ulaşmıştı bu altı saatte. "Rythym 10" ve "Rythym 5" ile zaten dikkatleri üstüne çeken Abramoviç "Rythym 0" ile tabiri caizse nirvanaya erişti.

İlkin bu ne yapılsa tepki vermeyen kadının eline neden sonra kalabalıktan biri gül verdi. Diğerleri de bu eylemden cesaretle yaklaşıp, ona dokundular, sarıldılar, sevecen yaklaştılar. 

Aradan biraz zaman geçince sıkılmış olacaklar ki kalabalıktan bir kişi tokat attı Abramoviç'e.
Bu eylemden sonra sanatçının ne tepki vereceğini gözlemleyen kalabalık, onun tepkisiz kaldığını gözlemledi.



Bu tepkisizlik hali gösteriye katılım sağlayan kitlenin durumu normalleştirmesine ve hatta bu eylemi bir üst seviyeye taşıdıklarında dahi sanatçının ses çıkarmayacağına dair inancın artmasına sebep oldu. 
Masada duran eşyalardan bıçakları alıp bu sefer ona zarar vermeye başlayacak kadar ileri gittiler. Kimse sesini çıkarmıyordu. Herhangi bir eylem gerçekleştirmeyenler de sadece izliyor ve susuyorlardı. (Hangisi daha kötüydü bilemedim.) Durdurmadılar, Abramoviç'in üzerini yırttılar, giysilerini çıkardılar. Onu çırılçıplak soyup taciz ettiler. Silahı eline verip kendine doğru çevirdiler. Oradan oraya sürükleyip masaya yatırdılar ve en son artık tecavüz etmeye çalıştılar.


Belli bir noktadan sonra yine aynı kalabalık içinde nedendir ilk anlarda tüm yapılanlara susanlar, bu kadar iğrençliği kaldıramamış olacaklar ki tecavüz anından sonra tepki göstermeye başladılar. Hatta bıçakla zarar verip taciz edenler de durdurdu kalabalığı. Tüm bu gösteri altı saat boyunca devam etti ve altı saatin sonunda bu performans bittiğinde Abramoviç artık acılar içinde tepki vermeye ağlamaya çığlık atmaya başlayınca hiç kimse kalmadı sahnede herkes Abramoviç'in yaşadığı acılara verdiği tepkiden kaçmıştı.. 
  • Tehlikenin tanımını zorlayan ve kucaklayan sanat benim ilgimi çekiyor. Dahası izleyenin gözlemi burada ve şimdi olmalı. Dikkatini tehlikede toplamak, şimdiki zamanın, şu anın merkezine kurulmaktır.”

... 

Kırık cam teorisiyle  bağlantı kurdum "Rythym 0" arasında. 

İnsanların bulunduğu çevrede bozulma başlamışsa, onların bu yerlerde herhangi bir kural olmadığı düşüncesini benimsediğini öngören teorinin adı Kırık Cam Teorisi.

1969'da Profesör Philip Zimbardo'nun yapmış olduğu deneyle gözlemleniyor bu.


Deney şöyle: İki tane sahipsiz araç biri zengin, diğeri yoksul bir mahallede iki ayrı sokağa bırakılıyor. Birkaç saat içinde, yoksul mahalledeki araç oldukça büyük zarara uğrarken diğeri olduğu yerde zarar görmeden kalıyor.

Bu deneyin sonucuna göre, "yoksulluk ve ötekileştirme" bu suçun işlenmesinde en büyük rolü oynamıştır kanısına ulaşılıyor. Fakat bir değişiklik yapılarak deneye devam ediliyor ve araştırmacılar hâlâ iyi durumda olan diğer aracın da camını kırıyorlar. Hemen akabindeyse bu aracın da sonu aynen yoksul mahalledeki gibi oluyor.
Deneyin sonucunda bu yaşanan durumun asıl sebebinin yoksulluk olmadığı; terk edilmiş bir aracın camının kırık olmasının zaten dikkat çekmeyeceği algısı oluşturduğu, bunun da bir çeşit kayıtsızlığa yol açtığı ve zarar vermenin yanlış olmayacağı düşüncesinin kişilere hakim olmasına neden olduğu anlaşılıyor.

Camı kırık arabayı orada bırakmak o zengin mahallede kanunsuzluk, kuralsızlık ve itaatsizlik hissi yaratılmasına neden oluyor. Mahalle zengin ya da yoksul diye eylem gerçekleşmiyor. Kırık cam o aracın zaten değersiz olduğu izlenimini yarattığı için, insanlar bundan cesaret  alıp daha çok zarar veriyor.

Bu nedenle kimsenin onarmadığı bir binada kırık bir cam varsa, diğer camların sonunun da aynı olması kaçınılmaz oluyor. Tıpkı Abramoviç'e atılan ilk tokada tepki gösterilmemesi sonucu aynı eylemin şiddetini arttırarak defalarca tekrarlanması gibi.

••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

Dogville'de bu bakımdan izlediğimde kafamda Rhytme 0'ı canlandıran bir film oldu benim için. Hatta belki de bu yüzden çok etkiledi beni. Rahatsız olmak / edenleri mimlemek nasıl bu kadar düsturum haline geldi, nasıl bunun insanları uyaran bir eylem olduğunu düşünme haline eriştim bilmiyorum. Rahatsız ederek zihni işgal eden yapımlar dikkatimi aşırı celbediyor. Bu sebeple ikisinden aynı anda bahsetmem gerekirdi diye düşündüm. Hatta şuraya "Alışılmışın Dışında" isimli şu letterbox'daki listemi de iliştirmiş olayım. Buradaki filmler de benim mimim.

Dogville'den bahsetmeden önce fakat yönetmen hakkında da bir kaç şey söylemem gerekiyor.

Lars von Trier tartışmalı bir yönetmen seveni kadar sevmeyeni de var gibi. Bu bence sinema izleyicisini en son ilgilendiren şey olmalı. Ne yapacağım çünkü adamı vitrine koyacak halim yok. Bence dahi. Sanatını sevdim. (Bir yılı aşkındır filmlerini izlemeye ve bu yönetmeni anlamaya çalışıyorum. Öyle yoruldum ki. -bu iyi-)


Onun seveni kadar sevmeyenin de olmasının sebebi tartışmalı açıklamaları olması ve filmlerin rahatsız etmesi gerektiğini düşünmesi. Bu benim de sık sık başvurduğum bir yöntem olduğundan mıdır yoksa bu provokatif yanı beni iyi hissetirdiği için midir nedir bilmiyorum Dogville(2003) ve Dogville'in devam filmi niteliğinde olan Maderley'den (2005) sonra tanımak adına yönetmenin tüm filmlerini izleme kararı aldım.
(Yazıya burada ara verip, belirli aralıklarla tüm filmlerini izledim. Zor bir süreçti. :/ (Maria Abramoviç'in performansları da karıştı araya. Dehşet hattındayım.)

İzlediğim üçüncü film, Antichirist (Deccal/2009) oldu. Beni dehşete düşürdü diyebilirim. Cidden izleyen herkesi de rahatsız edecek türden bir filmdi. Renkler, atmosfer, o kadın, kadının varlığı, erkek kadın ilişkisi bazında filmin ne anlatmak istediği, Of her şeyiyle sorgulamaya itiyor insanı. Şeytani bir yanı vardı. Neyse bu yazı diğer filmlerin konusunu içermesin ve uzamasın diye de burada bırakıyorum.

Antichirist "depresyon serisinin" ilk filmdiydi, diğerleri sırasıyla;
  • Antichirist (Deccal / 2009)
  • Melancholia (Malankoli / 2011)
  • Nymphomaniac (İtiraf I. ve II. bölüm/ 2013)
Antichirist'in etkisinden muhteviyatından ötürü haliyle çok zor çıktım. Diğer iki filmi izlemeden yönetmenin ilk filmini izlemem gerektiğini düşünüp bu seriye ara verdim. :/ 

Yönetmenin ilk filmiyse Forbrydelsens Element (Suç Unsuru/ 1984). Adından anlaşılacağı üzere bir cinayeti çözmeye çalışan polisin hikâyesi.  Burada da bir kadın var ve adama iyi gelmedi gibi. Of bu filmlerin hepsi hakkında bir şeyler okumam gerek şu an yüzeysel geçiyorum. Film sepya tonundaydı bu arada bu çok hoşuma gitti. Yani bir kamerada bu kadar güzel açılarla kullanılabilir. Nasıl güzel ilk filmdi. Bu da 'Avrupa serisi' olarak geçiyor;
  • Forbrydelsens Element (Suç Unsuru/ 1984)
  • Epidemic (Salgın/ 1987)
  • Europa (Avrupa/ 1991)
Üçleme deyince diğer üçlemesi de Dogma 95 üzerine çektiği filmler (bu tekniğin bazı kuralları var, avagard film hareketi  olarak geçmiş literatüre, evet Lars Von Trier'in başının altından çıkmış. Ve Açıkçası bu yazıya başladıktan ve bunu öğrendikten sonra bir kaç Dogma 95 akımına kapılmış filmler izledim. Onlar da çok hoşuma gitti.)
  • Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak / 1996)
  • Idioterne ( Gerizekalılar / 1998)
  • Dancer is the Dark (Karanlıkta Dans / 2000)
Bu filmleri 2024 yılında izlemeyi düşünüyorum.

Hatta Dogville, Manderley'in de üçüncü filmi olması bekliyormuş ama daha çekememiş.

Ben tabii sonuç olarak pert. O iskandinav soğukluğu ve hikayeyi anlatış biçimi beni şu sıralar Nordic kıyılarında sürüklüyor. (Bu da iyi)

•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

Neyse, Abramoviç'in Rhytme 0'ı ile bağlantı kurduğum Dogville'den (2003) bahsedeyim  artık.

Toplamda üç saat süren ve Lars von Trier'in yazıp yönettiği gerek sinematografik açıdan gerek barındırdığı metaforlarıyla gerekse de finaliyle oldukça avangard bir drama Dogville. Devam filmi de Manderley'dir.  O da aynısın benzeriydi bana kalırsa. Yorum ikisini de kapsayabilir.

Dogville adını aslında Dogville kasabasından alıyor. Bu kasabada yaşayan insanlar aynı Abromoviç'in Rthyme 0 performansını izlemeye gelen insanlar gibi çok normal, kendi halinde, temel gereksinimlerini karşılayan ve sıradan hayatlarını sakin bir şekilde sürdürmeye çalışan insanlar. Fakat bilirsiniz ki hikâyeler ya kahramanlar yola çıkınca başlar ya da birisi hayatlarına girince.

Film de Grace'in (Nicole Kidman) kasabaya gelmesiyle başlar. Ama bu geliş çok da normal değildir. Grace bir takım silahlı insanlardan kaçıyordur ve kasabaya aslında sığınır. (Kelimeyi aldık mı bu önemli)

Süreç ve hikâye de böylece gelişme imkanı bulur.
Grace ve kasaba halkının arasında olup bitene değinmeden evvel izledikten sonra beni kendisine hayran bırakan ve neredeyse tüm eserlerini izleme isteğiyle sarmalanmama sebep olan Lars von Trier sinemasından bahsetmem gerekir.
Bu üç saatlik filmi ben bir çırpıda izledim. Ve hatta o kadar bilinçsiz açmıştım ki ne olduğunu bile anlayamadım ilk başta. Lars von Trier'i tanımıyordum. Film ne anlatıyor onu bile bilmiyordum. Hakkında hiç yorum okumamıştım. Bir gün kafama bir şey düştü ve Mubi'de Dogvill'i görüp Lars Von Trier izleyesim geldi. Korkunçtu. Filmi kaç kere durdurup dehşetle ağladım bilmiyorum. Film günlerce aylarca hatta evet bir yıl oldu neredeyse belli ki yıllarca da zihnimden çıkmayacak, çıkmadı; yerleşti, yuva yaptı, larvasını bırakıp beynimi ele geçirene kadar yumurtladı. Orada yaşıyor. Besliyorum onu ve kahretsin yavrularını. 
Belki de hayatım bu noktadan sonra değişti. Bunu hiç bilemeyeceğiz.
Çünkü Dogville resmen senaryosuyla olduğu kadar sinematografisiyle de farklıydı. Evler, odalar, kapılar yerlere tebeşirle çizilmiş, oyuncular neredeyse dekorsuz fakat dekor varmış gibi performans sergiliyorlarken adeta sanki bir tiyatro sahnesindeymişcesine, anlatıcının da (John Hurt) fantastik sesiyle insan büyülenip bir anda filme dahil oluveriyordu. Hiç ihtimal vermezdim ki Grace ve kasabalının sıradan hayatları dikkatimi bu kadar celbetsin.



Bu sıra dışı çekim stiliyle bile farklı olduğunu gösterdi bana Lars von Trier. İsterse tüm dünya sevmesin kendisini. 
Neyse filme dönecek olursak, Grace'in bir takım silahlı adamlardan kaçmaya çalıştığını anlayan köy halkı artık aslında Grace'i misafir etmediklerini, Grace'in başka seçeneği olamadığı için onlara muhtaç olduğunu, onlara sığındığını ve köyde kalmak, kendini sevdirip onlara kabul ettirmek için her şeyi yapabileceğini kavradıkları an filmin seyrini değiştiriyorlar. İnsanlar birinin muhtaç olduğunu görmeye dursun, bunu hemen kullanırlar.

Nicole Kidman, Dogville (2003)

İnsanlar çok tuhaf diyorum da bazen, çocuksu bir yakarma gibi geliyor bazılarına. Bu içten pazarlıklı ve çıkar gözeten tutumlarını kabullenmemem benim suçum olamaz en nihayetinde, insanlar cidden tuhaflardır ve bunu görmezden gelince bu yok olmuyor.
Tıpkı Abramoviç'in tepki vermemesi gibi Grace'in (mecburi) suskunluğu da kasabalıyı hep bir adım daha kapital ve sömürgeci yapıyor.

Ve bizler de bunu hayatımızın her aşamasında yaşamışızdır. Filmi durdurup durdurup ağlamam bu yüzden. Yaşamasak bile tanık olmuşuzdur çünkü. Kasabanın diğer yaşayanlarına göre görece daha zeki olanı Tom'un bile kasaba halkına Grace üzerinden ahlak dersi vermeye çalışması bir şeyleri açıklıyor. Sana mı kaldı dingil. Kasaba halkına tanımadıkları bu insana şans vermeleri gerektiğini, iyilikle yaklaşmanın erdem olduğu gibi düşünceleri salık veren Tom'un Grace'i kasaba halkına kabul ettirmeye çalışışı ve akabinde Grace'in de kendini kasaba halkına kabule ettirme uğraşının nelere gebe olduğunu anlamamız isteniyor bizden. Anlayamıyoruz. Anlayamıyoruz çünkü insanların kabul görme istenci bizi kahrediyor. Ait olmaya çalıştığımız her topluluk çiğ süt emmiş. Kendilerine koşulsuz, çıkarsız salt iyilikle yaklaşan insanları kullanmak gibi kötü huylar bahşedilmiştir. En nihayetinde dönüşürler. Suistimal eder kullanırlar. Tıpkı Abromoviç'i masaya yatırıp tecavüze yeltenenler gibi. Eğer bir toplumda işte işler böyle berbatlaşıyor umutsuzluk ve iyilik yok olmaya yüz tutuyorsa ve bu -niyeyse- kimsenin umurunda değilse, bu o toplumda daha fazla suç işlenmesine sebep olur. Tıpkı kırık cam teorisinde bahsettiğim şey gibi. Hayır asla yoksulluk ve sefalet değildi başından beri sorun. Sorun ses çıkarılmamasıydı. 
Küçük aksaklıklar, ses yükseltmemeler büyük problemlere sebep olur ve bunlar da kaosu başlatır. Kasabada işler Grace için çok da yolunda gitmezken, herkesin nasıl izlediğini belki de kapıların ve duvarların özellikle olmadığı bu tiyatral sinematografide gözümüze gözümüze sokmak istemiştir Trier. Bu yüzden başarılıdır da. Kapalı kapılar ardında saklıyorlar en nihayetinde insanlar tüm kötücül düşüncelerini. Eğer ama bu küçük suçların üzeri kapatılırsa insanlar aynı türden suçları daha sık işlemeye başlar. Toplumun yozlaşışına tanıklık ederiz biz de. Hayır filmde değil, kapının dışında kendi hayat hikayemizde; yolsuzluklara, haksızlığa, ötekileştirilmeye, liyakatsizliğe izin veriyoruz susarak. Kötülüklere ses çıkarmadığımızda olana göz yumduğumuzda özellikle hakkı yenen bizzat bizsek de mutsuz son, insanlar daha çok tepemize basar.


Müthiş bir kitlesel uyanıştan mı bahsetmeliyiz peki?

Fakat gelgelelim Lars von Trier'in yarattığı bu dünyayı kaybedenleri kutsadığı; kafanıza vurup ekmeğinizi almasına izin vermeyin insanların, çabalayın ve savaşın demek istediği için falan kurguladığını düşünmüyorum. Bu sonuçlara biz izlerken kendi çıkarımlarımızla çok net varabiliriz. O bence insanı çürüten şeyleri insanla anlatmayı seviyor. Tabii bu direnişin tomurcuğu olabilir Dogville. Yüzümüze çarpan gerçek yıllar içinde Abromoviç'i nasıl haklı çıkardıysa, Lars von Trier'de kazanmıştır.

Filmin gidişatını bir şekilde kanıksayabiliriz fakat  filmin final kısmını hazmedemeyeceğimiz kesin. İşte bu final kısmını Abromoviç'in sessiz çığlığının performansın başından beri duyulduğunun fakat nasıl görmezden gelindiğinin anlaşılması için tokat. Bence kıymetli. Köpeğin akıbeti bile kıymetli bir mesaj veriyor.
Yönetmen bence insanların değişmezliğinden ve su katılmamış kötülüğünden nefret ediyor. (Kim etmez ki fakat dile getirmezler-ne yazık-) Tıpkı Abramoviç'i linçleyen o insanların ellerine fırsat geçse aynı şeyi yine tekrarlayacakları gibi. Grace ve Grace gibi iyi niyetli insanların da başına hep aynı şeyler gelecektir bu yüzden. Bazımız iyi niyetlidir. İyi şeyler yapmaya gelmiştir buraya. İnanır, çabalar. Bazımız da cidden kötü niyet fırsatı geçse eline, bunu asla elinin tersiyle itmez ve hep değerlendirir, kötü olur kötülük yapar. Ama sonuçta da yaşam dediğimiz oluşur.
Hep her şey zıttıyla var. -neyazık-

Sorun şu ki nasıl mücadele edilmeli, Grace'in finalde yaptığı gibi mi? Yoksa Abramoviç'in son çığlığını başkaları başkalarını savunmak adına işler bu kadar berbatlaşmadan yapınca mı? İkinciye daha yakın gibiyim ama benim de kafama vurup çok ekmeğimi aldılar. Direniş zor.

İnsan kendini nasıl ve ne kadar var edip tamamlayabilir o diğer tüm insanlara rağmen?
Ve insanlar ne zaman bırakırlar insan olmamayı.





İleri Okumalar:

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atölye Günlükleri

• -devrim nasıl yapılır memento mori- Zincirlerini kır deyince de bne. Kant, aklın kullanılmasının yanında geliştirilmesini de istiyor. İnsanın " olgunlaşmamışlığından " kurtulması gerekmiş. - ‘Sapere aude’ (Bilmeye cesaret et.) - Kabloyla birbirine bağlı iki ev arkadaşı vardı Put Şeyler'e filminde. Kabloyla birbirine bağlı iki şey. Kabloyla. .( buradan oligarkı alalım isterim.) Direniş biraz zor. "Devrim konusundaki bunca heyecan, tarihin kendini yaratmasına bunca düşkünlük ve bütün bu anıtsal tutumlar tarihi kanıksamış olmamızın bir sonucudur. Yüzyılları sanki bir kitabın sayfaları gibi görmeye alışmışız ve ne zaman bir eşek anırsa, geleceğin borazanlarını duyduğumuzu iddia ederiz. Yalnızca bireylerde değil halklarda da bir ikiye bölünme meydana geldi. Üstelik, her şeyi tarihin gözüyle gördüğümüz için, sonunda az çok başarı kazanacak olan düşüncelerle, soyut kavramlarla yargılıyoruz her şeyi, bir insanın ne olduğunu da artık bilmiyoruz. Başka bir deyişle, öğretile

Yol

Bir film sahnesi bazen düşündürüyor insanı. Olmak istediğimiz yerler var. Olması istenilenler sürüncemede. -yıllardır aynı bak. Pencerelerden dışarıları izliyorum hep. Yollar dağlar, ağaçlar var. Birileri yürüyor. Gün dönüyor. Yere bişey düşürüyor biri, arabasının farı yanmıyor diğerinin, geçen biri çöp kovasına çarptı, yitti sonra gün. Akşam oldu. Sokak lambaları yanıveriyor gün yitince. Kemikleri sızlıyor mezardakinin, ısınmıyor, aydınlamıyor hiçbir mezarlığın içi, soğuk bu aralar; karşı evin bacası tütüyor, güneş gelir birazdan, çok az ama işi başından aşkın.-yazgısına sarılmış uçuyor son kuş. .. Meşhur bir hikaye var onu bilirsiniz.-yol hikayesi.Yolculukta tanırmışsın insanı. İçe gidileni kastetmediler ondan şüphesiz, kanla, başla, ayakla yürülüneni diyorlar. Olsun yine de ne kadar tanıyabilirsin ki bir insanı, öyle hemen tanınılabiliniyor mu. -sen de herkes gibiymişsin- Başka olmak için uğraşılabilinirmiş gibi. Dönüp durup yaşıyoruz hepimiz. Dönüyor filmler, toparlanıp gidiyoruz,

his soykırımı

yapamıyorsan yapamıyorsundur. dimağın çünkü ısrarsız/ ve diğer her şey gibi sonunu bilemediğin bir kaos içinde büsbütün avuçlarında parıldayan hengamenin götürdükleri ile yüksünük, savruk, süreğen bir çağrışım yılgın ve üstelik son sürat giderken bu yılgıyla, sızlıyor burnun, içindekilerle dolu kafan ağır, güne dönen yüzün sararık, tırnakların mor ve pek çok şeyi yitirdiğin o günün akşamı aidiyetin siliyor her şeyi /block/daha fazla block/ biliyorsun korkak olmanın sırası değil, akıyorken hayret direnç gösterebilmen huzursuz bağdaşıklığa beyhude neden çünkü his soykırımı adı e biraz nüktedan. 🎧 Wherever i may roam

Vincent Van Gogh

Bundan bir-iki hafta kadar önce öyle dururken, yine okunacak ve yapılacak tonlarca şey varken, Loving Vincent'i izledim. Loving Vincent, Afiş Loving Vincent (Vincent’ı Sevmek), 2017 yapımı bir drama. Bu biyografik dramayı Van Gogh üzerine yapılmış diğer filmlerden farklı kılan, filmin 65.000 karesinin her birinin 100 ressam tarafından kanvas üzerine yeniden çizilerek yapılmış, yağlı boya çizimlerinden oluşturulması. Loving Vincent, 2017 Filmde V. Van Gogh'un ölümünden sonrası işlenmiş.  Gerçekten ihtihar mı etti yoksa bu bir cinayet miydi, gibi sorular çerçevesinde ilerliyor film. Adeta Van Gogh'un resimlerinin hareketlendirilmiş hali. Muazzam bir emek. film hakkında   En son buna benzer The House diye bir dizi/film izlemiştim. O da stop-motion tekniğiyle keçeden yapılmış canlıları hareket ettirilerek çekilmişti. Bu işi bu resim karelerinin her birini yeniden çizerek yaptıklarını göz önünde bulundurarak, Loving Vincent filmindeki emeği biraz olsun gözünüzde canladırab

sağlam kroşe

ölüp gitmekle ilgili sorunlar mevcut süreğen. akış rutin, üstelik hızlı. asırlardır kabul edilmiyor, bunun farkındayız, ölümsüzlüğün peşinden az koşulmadı. ne çare fakat ölünüyor. e ölünsün bunun nesi kötü. tezahürü güzel diye katlanılan bu simülasyondan daha iyidir hem belki, boyut değişimi, öyle ya da böyle, farklı bi delik, alan; her ne olacaksa, bunun nesi korkutucu diyebilir miyiz belki de fantastik, büyülü evet diyebiliriz belki alengirli. geride kalanlar düşünecek artık burasının bokunu püsürünü, gidenin zamanı bitti, gidene ne ki, hatırlamıyor/görmüyor burada o gittikten sonra olanları, üzülecek ne varmış, kim gelmiş cenazeme, kaç gün ağlamışlar, kaçıncı gün belki akıllarına geldim, sonra ne zaman unutuldum. gittim çünkü bitti benim hikâyem buraya kadardı, buydu en son görünen kısmım.son tezahür.gerisi beni ne ilgilendirir, ki ilgilendirir mi ayrıca, bedenim bana ait değil artık. Bedenim artık anakronik bir sorun. Çürümesi kokması hastalık yayması muhtemel enkaz. çüreğen. gidil