Her şey muhtemelen o zaman değişti. Değişmek diye bir şey varsaydıysa değişti. Tutarsızdı bu. Değişim akışkan ve ellerimde tuttuğum nesneyle olan bağın koptuğu ısrarsız olağanlık. Vardı. Dayanamıyordum buna. Sırtlanıp kendimi her gün yaptığım şeyi yapıp uyandım. Uyanmak ağır ve devasa olanı bırakmak gibi bir şey. Yarı ölürlüğü. Var olma istencine geri dönüş. Zamanda yolculuk. Zamanda duraksama. Aralık. Ayrıksı bağdaşıklık. Tanımlayamıyorum. Bazen kediye adıyla seslenirken kulaklarını kıpırdatıyor. Nasıl uyumak bu. Avcı olduğu için hep tetikte olma zorunluluğu mu hissediyor. Sanki hep yarı uyur yarı uyanık. Ama ben öyle miyim? Beni bu kadar güvende hissetiren ne? Yarı uyur yarı uyanıklık da neymiş. İnsan dediğin uyuyor ve gidiyor. Uyuyunca kapıyı biri hızlı çekmeden ya da alarm çalmadan uyanılmıyor. Ben aniden gözümü açarak uyanıyorum hep. Boğuluyormuşum da yüzeye çıkmışım gibi. Niyeyse hep savaş. Ne yazık ki görülen rüyaları hatırlamıyorsak hayatımızdan kaybolan altı ya da sekiz saat diye adlandırabiliriz bu oluşu. Koca bir boşluk. Diyelim ki uykuyu çıkardık hayatımızdan. Hayat nasıl olurdu? Yine aynı mı? Aynı. Hayat resmen oluyor. Arkanız dönükken de oluyor. Bakmazken de. Yok sayarken de nasıl olmasın. Sıyırdım bu düşünceleri elimin tersiyle tavana, diz kapaklarımdan kuvvet alan ayaklarımı yataktan aşağı salladırdım. Bir anda belime gönderdiği sinyalle beynim yaptı bunu. Nöronlarım bedenini sola döndür, ayaklarını dizinden hafif kır, bacaklarını yataktan sarkıt ve her gün uyan diyor. Hiç üşenmiyor. Bilincim sanki benden ayrı bir şey. Didişiyor ona yükleniyor yaptıklarına ve yaşam uğraşına anlam veremiyorum. Nasıl utanmaz. Saçlarım nasıl hiç ortadan ayrılmaz, hep dağınık. Yer nasıl hep soğuk. Terliklerden biri ters dönmüş yine. Zor olmuyor ayağımla düzeltip giymek onu. Bunu bile hallediyor beden. Kapının koluna taktığım yeşil fiyonklu tokayla hemen toplayıveriyorum saçlarımı. Yastıkları dövme sırası geliyor şimdi. Yorganı da muhteşem kol kuvvetimle avizeye çarptırıp düzelttim mi elimle şöyle bir üzerini, oh bitti. Perdeleri toparladım. Odayı süpürmesi için robotu da odaya yönlendirdim. Kedilerin mama ve kum işlerini hallederken odaların bu kendi kendine süpürülme meselesi iyi ki ben yaşarken oldu. Rosie koydum adını süpürgenin. Keşke benimle konuşsa. Ben ölünce olsaydı bu buna üzülürdüm. Ölüler üzülüyorsa tabii. Ölüler nasıl üzülür ki. Jüpiterin uydularından birine koloni gönderirlerse de üzülürdüm mesela. Bunu kesin hissederdiniz. Solucan deliği keşfedip bensiz TOI 332 b gibi bir ötegezegene giderseler de üzülürüm. Karbona dönüşsem parçalarım yıldız tozu olsa da belli ederim. Yapışırım gidip astronotların camına. Beni yok edemezler. Bela olurum yapay zeka olup başlarına. Hayır c3po gibi tatlı da olmam. Bunları göremeyecek olmak beni üzüyor. Dondursalar keşke beni bin yıl. Bin yıl uyusam cryo tüpün içinde -190 derecede. Başka gezegende uyansam mesela bir gün. Ne yapacağım ki o an. Yine solumdan kalkar, usul usul beynimle terliği düz çevirmeye uğraşırdım ayaklarıma gönderdiğim sinyalle aman asla eğilmeden falan. Bilmiyorum. Elimle savuruyorum hemen bu düşünceleri. Neden sonra diğer odaya geçip sokaktaki kedilere balkondan mama yolladım iple kurduğum enteresan asansör sistemimle. Bizimkilere macun verdim. Sularını değiştirdim. Makinaya çamaşır atıp üzerimi değiştirdim. Suyumu koca bidonuma doldurup kahvemi demledim. Enstrümental müzik listemi açtım Spotify'dan. Kitap okumaya başladım.
Öyle düz ve öyle kendinden emin ki bu rutinler bir gün yapılmayacaklarını düşünmezler. Rutinler böyledir. Farkında değilsinizdir belki ama rutininizden çıkınca onu özlersiniz hayatınızı ele geçirirler. Tüm herkes hayatı kavramak, yeni şeyler deneyimlemek ve yaşama uğraşını şekillendirmek için konfor alanımızdan çıkmamızı öğütler. Gezegen de değiştirmeyeceksek bence her yer her şey aynı gibi.
Yine hafif seyirterek pencerenin yanına yürüdüm bugün. Her gün bunu yapar pencereden olan biteni gözlemlerim. Bu pencerenin yarısı karşısındaki dağı yarısı yandaki binayı gösteriyor. Yandaki binada epey bir süre perde kornişten çıkmış bir halde duruyordu. Yine öyleydi. Bu durum değişmemiş. Öylece başı boş sarkmış bir perde her evde gördüğümüz alışılagelmiş bir şey değildir. Bu durum evin içini dışa yansıtan bir şey. Artık evin dört duvarını bağlamayan topluma mal olmuş bir eylem. Çünkü dışarıdan da görünür. Perdeler çok sınıf eşitsizliği. Perdeleri sevmiyorum. Günler geçti ama. Haftalar. Artık saymayı unuttuğum o an takıldığını fark ettim. Neredeyse bunu kendime iş edinmiştim. Yemiyor içimiyor koşa koşa her gün perdeyi açıyor ve takılıp takılmadığını kontrol ediyordum. Bu benim rutinime macera gibi geliyordu. Öyle çaresizdim ki perdenin bu oyunu beni içine çekti. Artık sürekli o evle ve içinde olan şeylere ilgili düşünmeye başladım.
Bu evde evli bir çift otuyordu. Ortalama altmış yaşlarında çocuklarından ayrı yaşayan bir çift. Arada sırada çocukları gelirdi. Biraz haraketlenirdi balkonları. Hanımefendi kedileri severdi ve balkondan mama atardı onlara. Bazen balkona çıkarlar ve kahvaltılarını orada yaparlardı. Beyefendiyi atletli bir şekilde balkonda görmeyeli ne kadar zaman olduğunu düşündüm. Kendimi her şeyi dikizleyen bir sapık gibi hissetiysem de ilkin bunu düşününce sonrasında her gün görünen şeyin bir gün görünmez oluşunun tedirginliği kapladı içimi. Bunu her gün inandığınız şeye bir gün inanmazsanız neler olur takip etti; her gün yapıp bugün yapmazsanız, her gün dinleyip bu gün dinlemez, her gün görüp bugün görmezseniz.
Rutinlere ne kadar bağlıydım.Ucube bir rutin perver olarak geçiyor hayatım. Perdeye bile kafayı takmıştım. Neden kahvaltı yapmıyorlardı artık. Neden yaşam emaresi hissedilmiyordu o dairede. Çok mu bakmıştım. Geri çekilmişlerdi. Kara listeye mi yazılmıştı adım. Benden mi kaçıyorlardı. Bazen hareketlilik olur gibi oluyordu. Işıklar yanıyordu akşam ama çiftten ses seda yoktu. Evi hayaletler kullanıyordu sanki. Ben gündüz fark etmeyeyim diye hep gece kımıldatıyorlardı perdeyi. Ah o lanet perde hep kıpırdıyor. Saten arkası mat güneşlik dalga ritmini her gün değiştiriyordu. Biri oynatıyordu onu bellliydi bu. Ama kimdi. Ve neden bunu hep geceleri yapıyordu. Artık buna dayanamıyordum. O evde yaşam pırıltısı arıyordum. Hanımefendi yine çıkıp salam parçası atsın aşağı diye bekliyordum. Atmıyordu. Kediler balkona doğru miyavlıyor ama yine de balkondan onlara sevgi saçan bu insanlar çıkmıyordu. Kötü bir komşu olduğum için sadece gözlemlemekle yetinmiştim olanları. Tanımıyordum. Konuşmamıştık hiç. Belki yalan olmasın bir iki kere balkondan merhabalaştık o da kedilere mama verirken denk geldiğimiz için. İçe kapanık ve dünyadan nefret eden bir insan olduğum için samimiyetten hoşlanmıyor, insanlara hal hatır bile sormanın sorumluluk almak olduğunu düşündüğümden insanlardan kaçıyordum. Borçlu çıkmak, tebessüm borcu edinmek falan istemiyor rutinlerime çeşitli spekülatif gizemler yerleştirmeyi daha doğru buluyordum. Hikayeyi yaşayan değil gözlemleyen olmayı istiyordum.
Hiç bir romanın kahramını olmayı düşlemedim bu yüzden. Filmin ana karakteri, hayatımın baş rolü ya da günün, haftanın, ayın kişisi ofisin gözde çalışanı, en iyi öğrenci, en iyi evlat, en iyi eş, en iyi anne, en iyi insan falan hiç. Hayatta var olmak bile istemedim. Gözlemlemek hep daha olur. Daha olması gerek gelmişti. Üzülüyordum bu yüzden. Yaşlı çiften birinin öldüğünü düşünmeye başladım bir kaç hafta önce. Evet biri ölmüştü. Ama hangisi bilmiyordum. Diğeri balkona küsmüştü bu yüzden. O hengamede perde çıkmıştı aylar önce işte. Kimse takamadan hastaneye koştular. Evlatları geldi insanların ama kimsenin gözüne bile batmıyordu perde. Cenaze işlemleri oldu belki ve eve taziyeye insanlar gelince takıldı perde. Bir gün takıldı o perde. Öylece umudu yitirmişken ve evet bu perde artık böyle kalacak dediğim anda birisi onu takmıştı. Akşamları ışıkları yakan ama balkonu kullanmayan biri takmıştı onu. Beyefendi mi açıyordu akşam ışığı. Eşi hanımefendi öldüğü için balkon kahvaltılarından nefret mi ediyordu artık. Kedilerden de mi? Kadın mı yakıyordu. Kadın balkonu temizlemeye olsun niye hiç çıkmadı? İkisi de bir kazada ölmüş olmalılardı. Bu durumun başka izahatı yoktu artık. Eve akşamları çocukları geliyordu ve evi otel gibi kullanıp gidiyorlardı. Evi ele geçirmişlerdi. Kimdi bilmiyordum. Anlamıyordum. Perde hiç açılmıyordu. Balkonun köşesinde sigara da içmiyordu adam. Kadın niye hiç çıkmıyordu. Niye kahvaltı yapmıyorlar kedileri beslemiyorlar. Niye çocukları gelmiyor da bahçede şen şakrak kedi beslemiyorlardı. Birinden biri ölmüştü kesin.
Birinden bir ölmüştü ve diğeri de hayalete dönüşmüştü.
Yorumlar
Yorum Gönder