Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Didem Madak

İris'in Ölümü Bugün kalbimi eski bir plak gibi Öyle çok tersine çevirdim ki: Bazı şarkılar vardır Cızırtılı bir yağmur gününü anlatır Uzaklarda süren sarı yağmurluklu bir hayatı Deniz bazen kendini kaldırımlara fırlatır, O zaman bir yavru yengece bakan İnsanların şarkısı olurdu o şarkının adı. Keşke ismim İris olsaydı, Keşke ismim herkese Sarı yağmurluğuyla koşan hayatı anlatsaydı . Bazı şarkılar vardır Ellerim kocamanlaşır, tuhaflaşır İşte o ellerimle herkese Çamurlu şiirler uzatsaydım Hepsi çok kirli olsaydı tanrım! Bazı şarkılar vardır Kırmızı akşamsefalarını anlatır Karanlığın kalbinde yalnız, açmanın acısını Komşu kadınların basma elbiseli konuşmalarını Geceyi onlar bahçeye taşırdı Ben ne zaman öleceğim tanrım! Sabah olunca mı? Keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım İrileşen, gitgide irileşen ağaç gibi İsmi nedensizce İris oluveren bir ağaç gibi Şu odanın ortasında dursam, Saat kuleleri dökülürdü dallarımdan tanrım! Artık sarı yaprakların ölü olduğuna inanmıyo...

Who am i?

Who am I? "Önemli olan, bu dünyada kendimde yavaş yavaş keşfettigim özel yeteneklerin, beni hiçbir şekilde, bana özgü ama bana verilmemiş olan daha genel bir yetenek arayışından saptırmamasıdır. Kendimde bildiğim her türlü haz ve hevesin, hissettiğim her türlü yakınlık ye duygudaşlığın, etkilendiğim her türlü cazibenin ötesinde, başıma gelen ve yalnız benim başıma gelen tüm olayların, yaptığımı gördüğün bir sürü hareketin, yalnız benim hissettiğim heyecanların ötesinde, diğer insanlara kıyasla, farklılaşmamın neden ibaret, o olmazsą neye bağlı olduğunu öğrenmeye, anlamaya çabalıyorum. Öteki insanlar arasında benim bu dünyaya ne yapmaya geldiğimi, hangi tekil ve eşsiz mesajın taşıyıcısı olduğumu ancak bu farklılaşmanın bilincine vardığım ölçüde açığa vuracak değil miyim, onun kaderinden ancak kendi adıma sorumlu olabilmek için?.." (Nadja, syf:10) Nadja,  Andre Breton'ın görünürde süreksiz bir arayış peşinde koşuşu. Anlamlandıramama, arama fakat bulamama, bulmayı istememe, ...

Mandariinid / Tangerines

Levhamızın doluluğu ya da boşluğu felsefi bi sorun olmaya hâlâ devam ederken, levhanın bir kısmının edinimlerimizle ya da edindirildiklerimizle dolduğu kanıksanamaz bir gerçek. Sevgiyi öğreniyoruz; merakı, ilgiyi, keşfetmeyi, iyiliği. Bulunduğumuz konum ve şartlar ne kadarını elverirse o kadarını, bulunduğumuz aile, coğrafya, sosyal statü neyi öğütlerse ve neye örgütlerse onu. Nefreti de öğreniyoruz tüm bu bizi geliştiren kavramların yanı sıra. Hatta nefret aktarılıyor. Ailen, çevren, milletin bir başka aile çevre ve milleti sevmeyebiliyor. Senden de sevmemeni bekliyor. Sen de ayak uyduruyorsun, kini, nefreti genetik bir miras gibi kabul edip sen de taşıyorsun geleceğe.  Mandariinid(2013) geleceğe taşıdığı bu nefreti işlediği için bir savaş filmi. Fakat savaş karşıtı bir savaş filmi. Taşıdığımız nefretin ayak izleriyle başlıyor her şey. Fakat oturup ailece bile izlenebilecek kıvamda. Öyle abartılı bildiğiniz savaş sahneleri yok. Estonya'lı İvo'nun evi ile mandalina bahçesi ol...

The Two Popes

"İki Katolik adam, birbirlerini çıldırtmadan Papalığı paylaşabilir mi?" Öncelikle biraz tarih bilgisi filme başlamadan iyi gelir. Kimdir bu Papa? Papa dediğimiz dünden bugüne Katolik Kilisesi’nin başkanı. Bu makama da Papalık deniyor. Papalığın merkezi Roma şehrinde Vatikan. Vatikan bugün bildiğimiz gibi bağımsız ve Dünya'nın en küçük ülkesi. Şimdi rivayete göre, İsa peygamberin en yakın arkadaşı Petros Roma'ya gelip İsa'nın kilisesini kurmuş. Bir şekilde MS. 300'lü yıllarda önceden zinhar yasak olan Hristiyanlığı Roma İmparatoru I.Konstantin artık yasal olarak kabul edip kendi de Hristiyanlığı seçince tabiri caizse işte papalık da almış yürümüş. Devlet işlerine mi karışmalar, şövalye mi yetiştirmeler, haçlı ordusu mu kurmalar, dünyaya mı hükmetmeler, cennetten arsa mı satmalar, ruhban sınıfı mı oluşturmalar, skolastik çemberde mi boğulmalar seç beğen al. Her şeyin içinde bu papalık. Neyse sonra 1800'lü yıllara geldiğimizde malum Roma Moma falan kalmadığ...

his soykırımı

yapamıyorsan yapamıyorsundur. dimağın çünkü ısrarsız/ ve diğer her şey gibi sonunu bilemediğin bir kaos içinde büsbütün avuçlarında parıldayan hengamenin götürdükleri ile yüksünük, savruk, süreğen bir çağrışım yılgın ve üstelik son sürat giderken bu yılgıyla, sızlıyor burnun, içindekilerle dolu kafan ağır, güne dönen yüzün sararık, tırnakların mor ve pek çok şeyi yitirdiğin o günün akşamı aidiyetin siliyor her şeyi /block/daha fazla block/ biliyorsun korkak olmanın sırası değil, akıyorken hayret direnç gösterebilmen huzursuz bağdaşıklığa beyhude neden çünkü his soykırımı adı e biraz nüktedan. 🎧 Wherever i may roam

Çoşkuyla Ölmek

"Dünyaya bu kadar çok söz söylemem, dünyadan başka bir şeyi olmayanlara biraz sıkıntı verici geliyor." Şule Gürbüz'ü tanımam hiç iyi olmadı. Onunla ilgili bir şeyler yazmam için bile kitabı okumamın üzerinden bir kaç gün geçmesi gerekti. Hazmedemedim. Ağrılı felsefi ve hiç de yolunda olmayan günlük bir dili var Gürbüz'ün. Yukarıdaki cümle YouTube'da izlediğim bir radyo söyleşisinden alıntı. Yazarın ilk okuduğum kitabı olduğu için ona dair bir şeyler oluşmasını istedim kafamda. Kendisi saat tamir ustası. Evet evet mesleği bu. Sanat Tarihi mezunu ve kendini saat tamir ederken iyi hissettiği için bu mesleği seçmiş. Başlı başına ilgimi çekti bu durum. Zaten adını yazdığınızda saatlerle ilgili olan kısa bi belgesel çıkıyor hemen YouTube'da. Onunla ilgili kötü yoruma hiç denk gelmedim diyebilirim. Bu yüzden ilk ağızdan yani kendisinden tanımak istedim yazarı. Çünkü kitapta dört öykü okudum fakat inanılmaz bağlantı kurdum birbirleriyle öykülerin. Kendisinin de söyled...