Franz Kafka üzerine bir şeyler söylemek ve eserleri hakkında konuşmak için de çok geç kalındı. Yazarı resmen üç haftalık fenomen gibi tükettikler.ajaj Fakat yine de hissettiklerimden bahsetmek istedim. Beni oldukça etkiledi çünkü. Of.
Kafka'ya herkes gibi benim de ön yargım vardı, bir gün indirimdeydi İşbankası Kültür Yayınları, dedim Dönüşüm, Şato ve Dava'dan başlayayım. İlk Dönüşüm'ü okumuş epey sevmiş, sonra ara vermiştim. Daha sonra, -nolduysa artık (?) kitap stoğum tükenmiş olabilir- Şato'yu okuduğum an, tüm eserlerini okumam gerektiğini düşündüm hemen, çok geç kalmıştım, Şato'yu ummadığım ölçüde sevdim çünkü. Niye ummuyorum? O kadar da salt popüler kültür ayrıştırması değilmiş -daha kaç esere böyle yabancılaştık, gündemden düşmesini bekliyoruz kim bilir- Kafka'ya da bunu yapmayıp şans verince artık, Şato'yu sığdıramamla birlikte yere göğe, dedim bu işaret devam et.
Fakat Kafka biliyorsunuz, varoluşcu. Bir takım sancılar çekmemiz gerekiyordu çekecektik. Çektik.
Hiç iyi yapmadım tabii. Araya da Elias Canetti'nin Körleşmesi'ni sıkıştırdım üstelik. Şöyle de bir cümle geçti Körleşme'nin önsözünde -o yüzden bu ayrıntıyı belirtiyorum-
- "Körleşme'nin 'Ölüm' başlığını taşıyan sekizinci bölümünü bitirdikten hemen sonra Kafka'nın 'Dönüşüm'ü' elime geçti. O sıralarda benim için bundan daha mutlu bir olay düşünülemezdi... Özlemini çektiğim arı ve soğukkanlı anlatımın en yetkin örneğini bulmuştum. O zamana kadar kendi başıma bulmaya çalıştığım bir şey, bu kitaptan daha önce gerçekleştirilmişti."
Ölüm bölümü, kitabın 130. sayfasından itibaren başlıyor. Ana karakterin ölündüğünün sanılmasından sonra, karısıyla aralarında geçen sürtüşmeler, miras davası ve kavgaları ile devam ediyor. Daha sonrasında polisler, münakaşalarla devam eden roman bambaşka şeylere işaret ederek bitiyor. - bu romana ayrıca değindim- Bu durumlar ama Kafka'nın etkisinde kaldığının göstergesi olabilir yazarın. O yüzden Canetti bunu belirtmiş olabilir. Onun bu kadar etkilendiği şeyden biz nasıl etkilenmeyecektik.
Franz Kafka'yla karşılaşmam benim, bence çok geç oldu ama. Yani lise yıllarımda Dostoyevski ile karşılaşıp Kafka'yı es geçmiş olmam şaşırtıcı. Bir kaç yıl sonra onunla tanışmayı düşünsem de onunla ilgili oluşmuş bütün popüler gündem söylemlerinden dolayı ona karşı mesafemi uzun yıllar korudum. Çünkü bir şey aşırı popüler hale geliyorsa bazen uzak kalmak istiyorsunuz. Bu engellenemez bir içgüdü. Ya da benim içgüdüm. -benim iç güdümün kafası karışık- Fakat geçtiğimiz aylarda Kafka'nın Dönüşüm ve Şato kitaplarını okuma fırsatım oldu. Öyle hiç araştırmadan, konularına bile bakmadan. Önemli de değildi artık bunlar. Franz Kafka'nın çünkü iflah olmaz bir varoluşcu olup olmadığı üzerine yeterince kafa yormuştum. Artık eserleri onun felsefesini anlamak için zaten okunmalıydı.
Yanılmamıştım, varoluşsal bir takım sancılarla debelenen ben iflah olmaz bir Kafka sever olacaktım. Oldum. Neydi beni onu sever yapan, bilmiyorum -belki Kafka'nın roman karakterleriyle oluşturmak istediği o şey; o kaotik, o başı muğlak, sonu da herhangi bir ulaşma arzusu içermeyen ortamları; kendi deyimiyle o kafkaesk(gizemli/ürkütücü) havayı mı yansıtmaları karakterlerinin, konularının-bilmiyorum tam olarak karşılığı nedir bu karakterleri tanımlamanın, ama o şey, o hayatla barışık olamama hali, o yapamama bir şeyi, bir sebepten ötürü becerememe hali, o yabancılaşma kendine, başlayamama, bitirememe, tekrar başa döneceğini bile bile yapmayı eyleme ve yaşamın o gizinde boğulma, yaşamı yaşama işi; yaşayamama ve akabinde tüm bu her şeyin kelimelerle vücut bulmuş hali eserlerini benim için değerli kılandı sanırım.
Nasıl bir yoğunluktan çıktıysam artık paragraf bile kendine yabancılaştı.
3 Temmuz 1883'te Avusturya-Maceristan’ın Bohemya Bölgesi’ne bağlı olan, günümüzde Çek Cumhuriyeti'nin başkenti olan Prag ’da Dünya'ya geldi Franz Kafka.
Ama ne gelmek.
Almanca konuştuğu için Çekler’e, Yahudi olduğu için Almanlar’a yabancı bir insan olarak hayatına devam etti.
O dünyaya gelmeden üç yıl önce 1881'de Dostoyevski öldü. 17 yaşındayken Nietzsche'e de gitti. Kierkegaard ise ondan 23 yıl önce zaten ölmüştü. Kendisi ve yalnızlığıyla bi Kafka kaldı ortada.
Dün bir yayın izledim anlatıcı bir alıntı yaptı:
- "Cioran, der ki; kitaplarımı okumasını istediğim herkes zaten öldü."
Kafka'da bugün baş yapıtları olarak mimlediğimiz romanları Dönüşüm, Dava, Şato ve Amerika gibi eserlerini yayımlayamadan ölmüştür. Çoğu kimselerce yarımdır bu romanlar, bence zaten Kafka'nın bir konuyu tamamlama ihtimali yok. Yarım kalmalıydı o romanlar. Çünkü içerisinde bulunduğu mevzu yarım. Mevzumuz yarım. Fakat Kafka, yarım olmalarını elbette sorun yapmıyordu çünkü zaten öldükten sonra hepsinin, tüm eserlerinin yok edilmesini istemişti. Yani zaten yayımlayacaktı. Ancak arkadaşı, Max Brod, Franz Kafka'nın ölümünden sonra tüm kitaplarını yayımlamıştır. 1924'te de 40 yaşında veremden ölür Kafka. Geriye de bize onmaz bir acı bırakır.
Babaya Mektup'unu okudum bu yukarıda belirttiğim romanlarından sonra Kafka'nın. İnce narin ve kırılgan bir yapısı olduğu için babasıyla çok da uyumlu olduğu söylenemez. Her toplumda az ya da çok bir şekilde baba otoritesini üzerinde hissetmeyen çocuk yoktur, bilirsiniz. İsterseniz çok kırılgan olun, isterseniz asi. O da babasına asla göndermediği bu itiraf mektubunda babasından neden korktuğunu, üzerindeki baskının ne gibi sonuçları olduğunu çok samimi bir dille yazmış. Ben de yazsam mı diye düşündüm okuyunca. Ve belki de bu yüzden hiç çocuğu yoktur onun. Bu şekilde otoriter davranma özelliği anne babalara doğumla vahiy iniyor olabilir. Hepimiz bozuk olabiliriz.
Ama öyle ama böyle artık hukuk eğitimi almaya karar verdiğindeyse Franz Kafka, bir sigorta şirketinde çalışmaya başlar ilk, sonra da işçi kaza sigorta kurumuna geçer. Kapitalizmin soluğunu yeni yeni hissettiğimiz 20. Yüzyılın başlarında Kafka, işçilerin haklarını savunmayı düşlediği bu işte, işçilerin savunulmak gibi bir isteklerinin olmamasıyla iyice bunalıma sürüklenir. Savunulmak mı. Neden? Beyler daha fazla kızsın diye mi, kavulmak için mi? İşçilerin hakları falan yoktur.
O yüzden yaptığı iş Kafka'nın sadece kağıtları derlemek- toplamak, imzalar atmak gibi bürokratik işledir. Yani hiçbir şey... Aslında Kafka, kendi içsel sıkıntılarını yazar kitaplarında. Kendi hayatından yansımalar buluruz her cümlesinde. Yarı otobiyografiktir de bir yandan eserleri.
Dönüşüm'de gözlemlediğimiz o içine sinmemişlik. O böcek hissetme hali, dahası o böcek halinin etraflarca asla yadsınmaması/kabul edilmesi,o aslında yok olma, o ait olamama istenci- bilmiyorum sıkışmışlık- çok felsefi bir boyuta aitmiş gibi gelmişti Gregor Samsa'nın hikâyesi bana yük ezilmişliğinden çok. Kendine yabancılaşma söz konusuydu. Sonsuz cevap arayışlarının sonsuz cevapsız kalışları gibi. Babaya Mektup'u okuyunca aslında Dönüşüm ben de çok yerine oturdu. Gregor Samsa'nın bir gün yatakta uyanıp kendi böceğe dönüşmüş olarak bulduğu bu hikaye çoğumuza yabancı değil aslında.
Şato'da da çok şey değişmedi. Şato'yu genelde en son, mektuplarından hemen önce okunması gerektiğini söylerler, ben Dönüşüm'den hemen sonra okudum. Sonrasında Şato'yu, Dava izledi.
Şato'da da Dava'da karakterimiz K. Harfi ile kodlanmış. Bu yüzden bu K. harfi Kafka'nın kendisi mi diye düşüyor olanlarımız çok. Varsaydık ki öyle.
Şato da başlı başına bir olamama romanı. Baştan aşağı toplumsal taşlama örneği. Absürtlüklerle dolu trajedi. Hatta komedi. Okurken bu karamsar hikâyeyi, istemsiz gülüyorsunuz bu ironik mizaha.
Kitabın adının Şato olması yanıltmasın sizi, Şato 20. Yüzyıl romanı. Sanayi devrimiyle gelen kapitalizmin gerekli kıldığı bürokrasi kavramı Kafka'nın tam olarak kavgalı olduğu hâl diyebiliriz. Şato bilirsiniz Gotik mimari özelliği gösterir. Yani bir yerde korkunçtur. Hiyerarşiktir aslında kendi içinde. Belirli bir süre devlet işleri yürütülmüştür içerisinde. Alttan üste doğru mevki artışı gözlemlenir. Şato varlığıyla bile dokunulmaz, ulaşılmazdır. İnsanların üzerindeki o baskıcı eldir, üstenci dildir. Bu yüzden daha başlarken hissedersiniz bir şeyler yine yolunda gitmeyecek.
Kitabı okurken yer yer Kadastrocunun Dramı olmalı dedim kitabın adı. Cidden. Şatoya bir görev için atanan kadastrocunun görevini yapması için görüşmesi gereken o üst kimliklere yani Şato'ya asla ulaşamamasını okuyoruz kitap boyu. Bu hiyerarşi içinde insanların ötekileşmesi birbirine yabancılaşması da cabası. Üstüne üstlük bu bürokratik sıkıntılar öyle uzun sürüyor ki K.'nın başına neler gelmiyor; Frieda ile nişanlanıyor, işi henüz onaylan/a/madığı için okulda hademelik yapıyor, Olga ve ailesinin bu bürokratik hengamedeki hikayesine de kulak misafiri oluyoruz. Bir ailenin ötekileşmesine şahit oluyoruz.
Kadastrocuyu K. şekilde karakterize etmiş yazar, aslında bir adı yok, adının bi önemi var mı hem.¿ ( Kim o. Belki hepimiz) Kitap yarım kalmış diyorlar. Bu kitap zaten hep yarım kalacaktı. Çünkü bu mevzular asla tam layıkıyla hallolmaz.
- "Sana nasıl anlatsam acaba?" dedi Olga. "Olacaklardan korkmuyorduk, zaten mevcut durumdan yıpranıyorduk, cezanın tam ortasındaydık. (syf,234)
- "Her gün yeni baştan boşuna, hiç bir değişiklik umudu olmadan dikilip durmak ve beklemek insanı yıpratıp çaresizliğe sürükler ve sonunda insan bu çaresiz dikilip durmayı bile beceremez duruma gelir.(254)
Aslında şu iki alıntı çok şeyi ifade etti sanırım.
Roman da hayat da böyle. Yoruldum git bakma. Üstüne aynı isimli filmini de izledim kitabın.(The Castle (German: Das Schloß),1997) Daha berbat hissettim. (Böyle hissetmeyi seviyorum sanırım.) Yoğun bir halledilememe, yarım kalmışlık mevcut her yaşanılan anda.
Bak ne diyor yönetmen filmleri için, "kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler".
-heh üstüne bastın. Kafka'da öyle inan. Bilerek seçtin bence onu sevgili Haneke. Beni sıkıntılara gark ettiniz çiçeğim. Ama bu güzel.
Yorumlar
Yorum Gönder